3 Şubat 2014 Pazartesi

Bünyanlı Kore Gazisi Muzaffer Şenburç.


Bünyanlı Kore Gazisi Muzaffer Şenburç.

Oturanlardan sol taraftaki. İzmir’de Kore’ye sevk bekleyen arkadaşlarıyla. Abdullah Akay tarafından 1985 yılında anılarının toplandığı ” Kore’de Dirilen Şehit” adlı 75 sayfalık kitap Kültür Ve Turizm Bakanlığı tarafından yayımlanmıştır. Kitabın bir örneği Amerikan Kongre Kütüphanesinde muhafaza edilmektedir. Yanındakilerden bir kaçının daha Bünyanlı olduğu söyleniyor.




Birleşmiş milletlerin çağrısına uyularak, Güney Kore’ye silahlı kuvvetler gönderme teklifini ilk kabul eden ülkelerden birisi de Türkiye’dir. Türk hükümetinin aldığı karar ve Genelkurmay Başkanlığı’nın 3 Ağustos 1950 tarihli emri ile Kore Türk Silahlı Kuvvetleri adıyla Ankara’da bir tugay kurulur ve 4500 kişiden oluşan takviyeli Tugayın Komutanlığına 10 Ağustos 1950’de 2’nci Zırhlı Tugay Komutanı Süvari Tuğgeneral Tahsin Yazıcı atanır . Birlik, 25 Eylül 1950 tarihinden itibaren, birkaç gün ara ile ve üç kafile halinde ABD tarafından gönderilen gemilerle İskenderun’dan Kore’ye hareket eder. Yirmi günlük yolculuktan sonra Kore’nin Pusan limanına ulaşılır

Yolluk ve aylıkları Türk Hükümeti tarafından karşılanan, ABD silah ve araç gereçleriyle donatılan Türk Kore Birliği, 20 Ekimde, 9’uncu Amerikan Kolordusunun emrine verilir. Birliğimiz, Kore’ye varışından kısa bir süre sonra, daha savaş hazırlığını tamamlayamadan ve çevreyi hiç tanımadan kendisini sıcak savaşın içerisinde bulur. Bu sıcak savaş esnasında Çinlilere esir düşer.




Komünist Çinlilere esir düşen Türk Çavuşu Muzaffer Şenburç esir olduğu andan itibaren başından geçenleri şu şekilde anlatmaktadır:




"Kunuri'de arkamda patlayan top mermisi ile yere yuvarlandığımı görenler beni şehit bırakmışlar ve böylece sağ kalanlar beni şehit bildirmiş, şehit listelerine de böyle girmiştim. Beni yaralı olarak ele geçiren Çinliler diğer esirlerle beraber arabalara biz­leri hasır ipleri ile bağlamışlardı. Arabalar her an devrilme tehlikesi geçiriyor, tekerler tangır tungur taşların üstünden atlayarak yuvarlanıyordu. Arabadan düşen yaralılar oluyordu. Düşenleri bir daha almadıkları gibi bir de vurup öldürüyorlar arkasından kahkahalar savuruyorlardı. Yanımdan Amerikalı siyahlardan biri düştü. Hasır ipe tutunarak bir müddet arabanın peşinden sürüklendi. Takatsiz kalınca ipi bıraktı. Komünistlerden biri beynine bir kurşun sıktı.




Bu arada bana da bir Çinli tüfekle üzerime ateş etti. Mermi saçlarımın ara­sından başımı sıyırarak geçti. Ben ölmekten korkmuyorum. Kıpırdamadan öldür diye işaret ettim. (470)




Getirildiğimiz kampta her gün ellerinde kırbaç bulunan süngülü nöbetçiler önünde hasta, yaralı hiçbir insanî his olmadan hayvan sürülerine yapılmayacak işkencelerle dağlardan odun söküp getirmeye götürülüyorduk. Ağır odun yükü altında yıkılıp inleyerek can veren yaralılar, odun yolunda süngülenenler, kır­baçlarla vurulup yıkılanlar, perişan, vahşet dolu işkence ve zulüm altında in­sanlıklarından utanmayan zalimler eline düşmüştük.




Bitten ve pislikten hepimiz kokuyoruz. Yemek olarak kokmuş balık, kuru fasulye suyu veriliyor. Bir kova suda bir avuç fasulye yok desem doğru olur. Bu sudan içenler dizanteri ve bin bir çeşit iç hastalıklara yakalanarak ölüp bu ce­hennem azabından kurtuluyorlar. Kampta on bini aşan müttefik kuvvetlere mensup esir vardı. Pekton kampının diğer kamplara benzemeyen bir tarafı da her gün esirleri büyük salonlara toplayıp mecburî komünizm propagandasından ibaret olan derslerin dinletilmesi idi.




Çinliler Kanada dolarına çok kıymet veriyorlar. Elinde bir Kanada doları olan birçok ihtiyaçlarını temin edebiliyor. Fakat biz dolar yerine sırtımızda bit taşımıştık.




Esir değişiminde iade edileceğim zaman başlangıçta, kimlik tespitine, sonra soru yağmuruna tutulmuştuk. Heyecandan düşünemiyor, adeta cevap veremiyorduk. Hele üzerimizdeki Çin elbiselerini çadırlarda soyunurken çıkarmaya sabredemeyip yırtıyorduk. Birleşmiş Milletler üniforması ruhumuzu sıkıntıdan kurtarmıştı, ilk özgürlük yemeği sevinçten boğazıma tıkanıyordu. Esir cehenneminde çektiğim işkencelerin acısına ilâveten yaralarımızın sancısını çekmekten artık bıkmıştım. Bu kadar azabı artık kendime kâfi gö­rüyordum. Vatana yarım insan olarak dönmemeyi ve tedavi edilmeyi istedim, is­teğim üzerine beni Army hastanesine kaldırdılar. Orada 28 Nisan 1953 tarihinde ameliyat masasına yatırıldım. Bu ameliyat benim için zor olmadı. Zira artık ölmeyeceğime inanıyordum. Vücudumu neşterle delen eller ha­yatımı kurtarmak için didiniyordu. Zaten iyi niyetli ellerde ölmek gam değildi, baygınlık ve ateşler arasında kıvranarak o tehlikeyi de atlattım. Artık hayatın bana güleceğini benimse, hayata nefretle değil, sevgi ile bağlanacağımı tatlı tatlı düşünmekten kendimi alamıyordum" (1) diyordu.




1- Abdullah Akay; Kore'de Dirilen Şehit, Ankara. 1985, s. 44

Hiç yorum yok: