1 Haziran 2014 Pazar

TARİHTE KAYSERİ



TARİHTE KAYSERİ

Bazı beldeler vardır ki göbeklerini tarih kesmiştir. Onların doğuşu bütün insanlık için bir başlangıç veya bir son gibi  bellenir. Geçirdikleri çağlar, bugün bile herkesin elinde bir ölçü, dilinde efsanedir. Ebesi baştan başa en müthiş, en heyecanlı bir Türk Tarihi olan Anadolu’da bizim Kayseri böyle bir beldedir. Kayseri’yi bugünkü görüşümüzün, duyuşumuzun ölçüsüyle ve hele arkeolojik sanat ve kültür tarihinin verdiği yeni hükümlere dayanarak gözden geçirirsek; önümüzde milletimizin geçmişine şeref, geleceğine sonsuz umutlar verecek abidenin yükseldiğini görürüz ve şaşırmamız hemen gider. Kayseri’den bize en eski haberi veren tabletlerdir. Bunlar 20. asrın başından beri Anadolu’da, Mezopotamya’da, Mısır’da ele geçmişlerdir. Yozgat’ın kuzeybatısındaki Boğazköy’de, Kayseri’nin Kültepesi’ndeki kazılarda bulunanların ışığı altında; milattan önce 2725 yıllarına doğru Kayseri’den bir belde diye bahsedildiğini görüyoruz. Burası belkide Puruşhanda adlı yakın merkeze tâbi idi. Bu merkez şimdiki Kültepe öreninin yerinde kurulmuş ve Kayseri’den 20 kilometre
kuzeydoğuda bulunan Ganeş beldesinden çok ayrıdır. Ganeş o zamanki Kayseri’dir ve Mezopotamya’dan gelmiş Sami tüccar kolonisi, asıl beldenin dış çevresinde barınmaktadır. Bu koloninin ruhu, gözü hep dışarıda, Asur’dadır.

Kayseri’yi şehir olarak gözden geçirenler gerek bugünkü beldenin, gerek dünkü Mazaka’nın su, hava
bakımından hiçbir fevkaladeliğini göremezler. Orduların hücumuna karşı onu koruyacak tabii seddi yoktur; bereketli, fevkalade bir toprağı, her şeyi yetiştiren iklimi yoktur. Böyle olmakla beraber, 5000 yıldır her
türlü ırk, rejim elinde büyük, gerekli bir merkez kalması; dört taraftan akan yolların düğüm yerinde bulunmasından ileri gelmektedir. Onun büyük bir savaşa meydan olduğunu biliyoruz; fakat yanı başındaki Ga-
neş’ten çıkan vesikalarda, vaktiyle kendisine, davalarının temyiz edilmek için gelindiği hakkında kayıtlar var.

Demek ki Kayseri, tarihine bir cihangirin eliyle değil, Anadolu’daki insanlığın tabii, devamlı ihtiyaçla-
rıyla doğmuştur. Milattan önce 20 yılında Yunan coğrafyacısı Strabon, Kayseri’nin Sinop’a 150 km, Malat-
ya yoluyla Fırat’a 300 km olduğunu kaydetmeyi gerekli buluyor. Ve böylece Kayseri’yi meydana getiren ti-
caret münasebetlerinin, klasik devirde bile yaşadığını göstermiş oluyor. Strabon, Kayseri için bunları yazmayı lüzum gördüğü zaman, büyük Boğazköy çoktan unutulmuştu. Gargamiş silinmişti; yüzlerce askerî merkez ortadan kaybolmuş gitmişti.

Roma devrinin hatırda tutulacak iki mühim vesikası bence şudur: Bir kere Roma imparatorları burada
bir darphane kuruyorlar. Bunun manası, Kayseri’nin rolü bakımından pek mühimdir. Sonra, miladın 260’ın-
da Sasanilerin belli hükümdarları Şapur, Roma imparatoru Valerianus’tan, Kayseri’yi muhasara ve zapt ey-
liyor. Bu zamanda Kayseri’nin nüfusunu 400.000 olarak kaydederler. Hıristiyanlık, Kayseri için (talihsiz) bir dönem olmuştur. Sanat, idare bakımından daha Bizans’ın benliğini kazanamadığı bu ilk devreye Hıristiyanlık adını vermemiz bu acı neticeden ötürüdür. Her yerde olduğu gibi Kayseri’de de mağara hayatından kurtulamayan Hıristiyanlık, bir süre sonra her türlü serbestliğe kavuşmuştu. Kayseri’nin o zaman metropolik bir merkez olduğunu görüyoruz. Daha eski çağlarda dinî hususiyeti üzerine bir şey bilmediğimiz büyük belde, böylece zanaat, ticaret, ekonomik karakteri yanında bir de dinîçehre alm›şt›r. ‹şte bu yüzdendir ki, miladın 3. asrı sonunda ve 4. asrı başında hüküm süren Roma imparatorları (Diokletien, Galere…) Hıristiyanlığı mahvetmek istedikleri zaman Kayseri bu yıkımdan çok zarar görmüştü. Birinci veya büyük Kostantin miladın 312. senesinde Hıristiyanlığı benimseyince yapılan işkencelerle tahribat da durur gibi olmuştu. Bir ara, Putperest Julyanus Hıristiyanlığın her şeyine, her köşesine olduğu gibi Kayseri’ye de musallat olmuş, bir mabedin yıktırılmasından gücenerek, eski adı olan Mazaka’yı yeniden almaya zorlamış, Kaesarea adını silmiş ve tabii Hıristiyanlığa ait ne kadar eser varsa yok etmişti. Bu bela yirmi yıl kadar sürüyor. Arkasından (385’e doğru) Theodosius felaketi sürüyor. Koyu bir Hıristiyan olan bu imparator, Putperest Julyanus’un bir eşi daha türer korkusuyla olacak, bütün eski devir abidelerinin, eserlerinin kökünü kazımaya çalışıyor. Bütün Anadolu’da zelzele kadar, hatta ondan daha beter bir yıkıcılık devri, böylece Hıristiyanlıkla açılmış, sürüp gitmiş bulunuyor.

Kayseri’nin bundan ne kadar zarar gördüğünü sezmek için miladın 4. asrında –artık Bizans imparatoru
olan– Justinianus’un uzun bir onarma, tahkim etme işine girişmeye mecbur olduğunu hatırlamaklığımız yeter. Yeni Kayseri’nin surları zorlu olarak yeniden yapılıyor; iç şehir dış şehir ayrılıyor. Erciyes’ten Kayseri’ye doğru uzanan su yollarının bu devreye ait olması ihtimal içindedir. Yeni yol sisteminin kurulduğu bu devrede Kayseri’nin tarihi rolü bir kere daha canlanıyor. Şimdi onun içinden yalnız ticaret kervanları geçmiyor; Kudüs’e, Suriye’ye inen hacılar kafilesi de burada duraklıyor. Bin hatıra, bin facia, bin zaferlerle dolu bu alanlarda Hıristiyanlık kendi zaferi için her teşebbüsü yapıyor. O devreye ait seyahat hatıraları, yol ve menzil listeleri Kayseri’yi büyük dikkatle yazarlar.

Ticaret münasebetleri sırasında, Hıristiyanlığın Mısır’da Suriye’de meydana getirdiği sanat, din felsefesi ve Helenistik devirden dökülüp gelen ilim akıntılarını Kayseri pek yakından tanıdı. Putperest devirler için Kapadokya tabletleri, Kapadokya çanak çömlekleri neyse ilk Hıristiyanlık devirleri için Kapadokya ma-
ğaralarındaki freskler –sanat, kültür bakımından– odur. Biliyoruz ki cemiyetin, insanın her iki tezahürünü
bu alanda sentetize eden yer Kayseri olmuştur. O derece ki, Hz. Muhammed’in kendi dostlarına burayı ilim
merkezi gibi takdim eylediği –bir rivayet hâlinde de olsa– bize kadar gelmiş bulunuyor. İslamların Kayseri’yi çok iyi tanıdıklarına şüphe yok. İstanbul’un düşman bir ideale merkez vazifesi gördüğünü bilen yeni din, onu ele geçirmek için akınlar yaptı. Karadan yapılanların daima Kayseri’den geçtiğini görüyoruz. Hicretin 71’inde Emevilerden Abdülmelik’in, 108’inde Müslüme bin Abdülmelik’in,111’inde Sâid bin Hişâm, 114’ünde Süleyman bin Hişâm’ın orduları Kayseri’yi her geçişinde, yeniden zaptettiler. Fakat Kayseri’nin İslam disiplinine göre düzene konması, ancak Türkmenlerle mümkün olmuştur.

Kayseri’nin Türkmenler eline, bir daha çıkmamak üzere geçmesi Danişmendliler devrindedir (1174-1184), yalnız Danişmendlileri Anadolu’daki Selçuklular medeniyetinden ayırmak zordur. Biz Kayseri’yi birkaç yüz yıllık geçici hükümet tesiriyle değil, büyük kültür ve medeniyet disiplinleri içinde gözden geçirmeye, Kayseri’ye damgasını vuran fikir, iş, sanat akınlarına göre karakterini aramaya çalışıyoruz. Bu bakımdan ise Anadolu’daki sanat ve fikir Tavâif-i Mülûk (Abbasi devletinin zayıflamasından sonra meydana gelen küçük devletler.) devrini Selçuklular disiplini içinde görebiliriz. Yani Anadolu’da asıl siyasi bir Tavâif-i Mülûk devri de vardır ve bu devir Selçuklu devrine bir başlangıç ve Osmanlı klasiklerine bir temeldir.

Selçukluların Kayseri’yi Konya’dan sonra en büyük merkezleri hâline getirdiklerini biliyoruz. Bu bakımdan ona ancak Sivas eş olabilir. Onların elinde şehrin –daha önceki çağların hiçbirini aratmayacak kadar– bakımlı ve itibarının yüksek olduğunu ne kadar iyi görüyoruz! Hükümdar, umumi vali… kim olursa olsun; savaşa gitmeden burada düşünür, burada hazırlanır. Üssülharekesi (Askerî harekât›n başlangıcına esas olan yer) buradadır. Savaştan dönünce, ister alt ister üst gelsin, çekilip yarasını saracağı, dinleneceği yer Kayseri’dir. Barış yıllarında her mevsim, bütün düşünce, duygu, bilgi, sanat, idare, din büyüklerinin toplanıp meyvelerini verdikleri yer Kayseri’dir. Suriye, Mısır, Elcezire, Azerbaycan, Gürcistan, İran, Bizans, kervanlarının akıp gittiği büyük durak Kayseri’dir. Bu belde o kadar Türkmen’dir ki Moğol sergerdesi Bayço gibi müthiş, gaddar bir düşmanın eline düşmesi bir dönmenin, bir Ermeni tavaşi’nin hainliğiyle kabil olabilmiştir. Kayseri o kadar zengindir ki, geçirdiği bütün istilalara rağmen, Moğolların çapul alayları onu ancak bir haftada soyabilmişlerdir.

Osmanlılar devrinde Kayseri artık klasik bir Türk merkezidir. “Makarr-ı ulema”dır; güney, kuzey kıyıla-
rıyla doğu ve batı vilayetlerine geçit veren büyük emporium, büyük pazar ve depodur. Sinan'ın eseri olan
“Kurşunlu Camii” klasik hâle yükselmiş mimarlığın örneği ve meyvesidir. Yüze gelir bir işçilik arandığı zaman Kayseri’nin ustalarına koşmak uzun geçmişli bir görenektir. Hatta hususi evleri… Yontma taştan, en özenilmiş silmeler, kirişler, kemerlerle yapılmıştır. İçlerindeki tahta işi divanlar, kabul odaları bugün bile bizi zevkle önünde alıkoyacak kadar üsluplu ve karakterlidir. Fatih’in onarıp yenilediği kalesiyle surları hiçbir devrinkinden aşağ› değildir, yüksektir. Bu devirde her doğu seferine giden, seferden dönen hükümdar ve vezir, Kayseri’de duracaktır. Oranın medresesinde yetişeni bütün Anadolu siteleri saygıyla, güvenle gösterecektir. İmparatorluğun bin türlü gedik açılan ekonomi kalesi Avrupa emperyalizminin kölelik dağıtan sanayi seli basıp Anadolu’nun canı yavaş yavaş çekildiği kara yıllarda Kayseri’nin tezgâhları duraksız işleyecek; bu yeni istila Anadolu’yu şaşkına çevirdiği sırada onun çocukları bu yeni cephede hemen yalnız başlarına silah kullanacaklardır. Onlar, bu kölelik dağıtan ecnebi sermaye ve sanayie o kadar dehşet vereceklerdir ki bozulan ve yabancı sermaye elinde köleleşen yabancı azınlıklar, bu düşmeyen Türkmen ekonomi kalesinin karşısında hınçlarından kuduracak; arsız mahalle çocukları gibi küfür edeceklerdir. Ecnebi sanayinin boğucu seline kafa tutan görgülü, görenekli, becerikli diyarın, bu klasik “Makarr-ı ulema”nın zeki çocuklarına, “Okuma yazma bilmem ama Kayseriliyim!” yahut “Kayseri’de Yahudi barınmaz!” dedirten kaba şakalar yapacaklardır. Fakat it ürüyecek, Kayseri’den geçen kervanlar geçmekte devam edecektir. O kadar ki, 20. asrın demir veya çelik yolu da yine Kayseri’den geçecektir.

Kayseri geçirdiği devirlerin sonuna gelmiştir: Tıpkı Anadolu gibi!... Anadolu Türkmenlerin eline geçmeden önce ancak çok eski devirlerde bazı kavimlere (söz gelimi: Etilere, Lidyalılara…) metropol olmuş gibi görünüyor. Amma bunlardan hiçbirisi onu, bu kelimenin anlattığı manada bir vatan, bir anavatan hâline koyamamış, onun birliğini baştan başa temin edememiştir. Yalnız Türkmenlerdir ki Anadolu’yu en aşa-
ğı 150 yıllık, kesilme bilmeyen akınlarla doldurmuş; baştan başa kendinin kanı, eti, kemiği ve kafasıyla yeniden kurmuştur. Türkmenlerin o zamanki kafasına hâkim olan disiplin ise, klasik devirlerin felsefe, sanat
görenekleriyle dolu… İslamlıktı. Anadolu böylece yekpare bir yüz almıştır. Türk soyu ve İslam disiplini!... Kayseri bu iki zoru yüzlerce yıl keskin ateşten bir soluma gibi içinde dalgalanır buldu. Türkmenlerin Anadolu’ya yerleşmesinden başlayarak hiçbir yıl gösterilemez ki Kayseri bunu bir vak’a, bir iş, bir eserle duymamış, ebediyete götürmemiş olsun!...

Kayseri’yi dolduran abidelerin çeşidindeki bolluğa, bu abidelerin her birindeki güzelliğin özelliğine bakınız. Burada hanlarıyla, çeşmeleriyle, kaleleri ve surlarıyla, camileri, minareleri, mescitleri, türbeleriyle,
medreseleriyle, tıp fakülte ve hastanesiyle (1205) hakikaten büyük, olgun bir cemiyetin yerleştiğini kolayca anlarsınız. Bütün yağmalar, yangınlar, yıkılmalar, hainlikler arasında, hatta bunlara rağmen sanat ve bilgi işlerinin burada nasıl kök saldığına bakınız: Kayseri geçici bir akımın eseri değil, kökü başka yerlerde
olan bir milletin müstemlekesi değil; Anadolu’da kökleşmiş bir milletin yeni bir disiplinle kurduğu merkezdir. Ne kalesi Justinianus’un kurduğu kaledir; ne mabedi Kayseri metropolitlerinin “Mezamir” okuduğu mabettir; ne alışveriş karargâhı, Bizans’ın yaptığı “agora”lardır. Eski geçmişten aldığı sadece görgüdür, görenektir, atmosferdir ve bunların hepsi de yeni senteze kavuşmuş, yeni biçimlerle, yeni ifadeye girmiştir. Kayseri’deki abidelerde Helenistik devri, Mezopotamya’nın, Orta Asya’nın, Kafkasya’nın ve İran’ın, Roma ve Bizans’ın… motiflerini bulursunuz. Fakat o abideler o kadar Selçuklu o kadar Türk’tür ki… Seyyid Battal Gazi efsanesinde Hz. Ali’den birçok şey bulabilirsiniz; hatta bu kahramanın aslını Peygamber’in göbeğine kadar çıkarılmış görürsünüz. Fakat o Elcezire’yi, Suriye’yi, İran’ı, Azerbeycan’ı, Kafkasya’yı… dolaştıktan sonra Anadolu’ya akan Türkmenlerin yolunu tutmuş, Anadolu’ya yerleşmiştir. Onun “üssülharekesi” Malatya, fakat efsanenin en heyecanlısına sahne olan Erciyes’tir. Ben Erciyes’in başka dillerde hiç efsanesini bilmiyorum. Fakat Seyyid Battal’ın “çah-ı cahime…” (cehennem çukuru) atıldığını inleyen en canlı efsane, Erciyes’i ebediyen Türkmenleştirmiştir.

Kayseri her zaman tüccar kaldı. Amma Ganeş’ten ne kadar farklı! Ganeş eski devirlerin gözü dışarıda
olan ticaretinin sembolüdür. Bizim Kayserimiz ise kalbi Anadolu’ya çevrilmiş yerli göreneğinin merkezi ol-
du. O bizde ticaret, iktisat mirasının; güzel sanat ve zanaat mirasınn mimarlık tekniği mirasının, bilgi hareketleri, düşünce hareketleri mirasının çekmecesi ve böyle göreneklerin bize kadar gelişinde amil oldu.
Bir Sinan’ın meydana gelişini araştırırken nasıl Kayseri’nin bir köyüne iniyorsak; Anadolu’daki büyük
tahammül, yaşama ve büyük hamleler yapma tılsımının esrarını anlamak için bizim Kayseri’mize ve onun
gibi ayakta kalan Anadolu sitelerinin ta iç yüzüne döneceğiz.

PROF. DR. REMZİ OĞUZ ARIK,
Kaynak: 1- Çığır Dergisi,  Şubat-Mart-Nisan-Mayıs 1940, s. 87-88-89-90 sayıları (kısaltılarak alınmıştır).
2-Kayseri Büyükşehir Belediyesi Ansiklopedisi 1. Cilt

Hiç yorum yok: